banner
banner

Zaman Makinası

Kemal çok küçüktü. O zamanlar bir arkadaşının evine gider ve birlikte “Geleceğe Dönüş” (Back To The Future) serisini izlerlerdi. Bu film çok hoşuna gitmişti. Hayallerini hep bir zaman makinasına sahip olmak süsledi.
Bugün Kemal 19 yaşında… Televizyonda tekrar tekrar izletilen zaman makinalı filmleri hiç bıkmadan defalarca izler. Gazetede bir haber okumuştu. Haber şöyleydi:
“Zaman makinası gerçek olabilir. Yıllar önce daha hiçbirşey icad olmamışken o zamanın insanları ilginç insanlar tanımışlar. Bunlar bir anda çıkıyorlar ve davranışları ve giyimleriyle o zamanın insanına uymuyorlar. Birgün bir anda kayboluyorlar. Son tanıklara göre ev gibi, mağara gibi bir yere gidiyorlar, bir daha çıkmıyorlar. Einstein’a göre zaman makinası olabilir. Hatta nasıl olacağını bile tarif etmiştir. Şimdilik teknolojimiz buna uygun değil. Işınlamayı bile tamamlayamadık.”
Kemal düşündü. Demek ki hayalleri gerçek olabilirdi. Ama nasıl? “Nasıl olsa olamaz” diyerek normal yaşamına döndü.
Ertesi günü kasetçiye gidip CD almaya karar verdi. Müzik market evlerine yakın değildi. Bir anda aklına ilerdeki yokuş geldi. Oradan aşağıya inmeye ve keşfe başlamaya karar verdi. Böylece yeni yerler öğrenebilirdi. Zaten yokuşları çok severdi. Özellikle yazın koylardan geçip yeni yerler keşfetmeyi, tepelere çıkmayı çok severdi. Yokuşta, tepelerde, koylarda çok ustaydı. Bazen arkadaşları veya kuzenleriyle oralara gidince, onlar ona yetişemezdi. Fakat hep birlikte gidebildikleri yere kadar yeni yeni yerler keşfederlerdi. Tabi o yokuşun aşağısının aslında avcu gibi bildiği bir yer çıkması ihtimali de vardı.
Koca şehirde bu kadar keşif mümkün olmasa da ordan inmeye karar verdi. Hemen oraya gitti. Yokuş çok uzundu, buna rağmen iniyordu. orda terk edilmiş bir şantiye vardı. “İşte keşfettiğim ilk şey” diye düşündü. Şantiyenin kapısı açıktı. Kimbilir içeride ne vardı? Birşey olamayacağını düşündü ama içinden bir ses içinde çok ilginç birşeyin olacağını söylüyordu. İçerden garip bir ses geldi. Hemen otların arkasına saklandı. Şantiye’den dışarı garip giyimli bir adam çıktı. Adam metalik renkte bir naylon giysi giymişti. Saçları rengarenkti. Sanki tüm boya spreylerinden kullanmıştı. Kıyafeti minik makinalarla doluydu. Kemal ne olduğunu anlayamamıştı. O gün düzenlenen bir maskeli balo vardı. “Herhalde adam oraya gidecek” diye düşündü. Fakat terk edilmiş şantiyede ne arıyordu? Yoksa? Aman Allahım! Gazetedeki “Garip Olaylar” köşesindeki yazı aklına geldi. İçi heyecandan kıpır kıpırdı. Acaba bu olabilir miydi? Time2Machine
Adam bir süre dışarı baktı. Sonra tekrar içeri girdi. Çıktığında üzerinde kot pantolon ve t-shirt vardı. O gittikten sonra Kemal yokuştan aşağıya indi. İner inmez şantiyeye girdi. Gördüğü manzara karşısında ağzı açık kaldı. Bu bir makinaydı. Yarım araba büyüklüğündeydi. Hemen içeri baktı. “18.06.1999” diye yazıyordu içinde. “Yani bugün” dedi kendi kendine… Aleti çalıştırdı. Sürmesi bir arabadan daha kolaydı. Oyuncak oynuyor gibiydi. “Acaba rüyada mıyım?” diye kendini cimcikledi. Evet, hissetmişti. Zaten hiçbirşey umurunda değildi. Görüntü gerçekti zaten… Hemen tarihi değiştirdi. Bu, otomatik saati ayarlamak kadar kolaydı. Tarih “07.01.1986” oldu. Aslında hiç yaşamadığı çok eski ya da gelecek bir yıla gitmek isterdi fakat bunu kabul etti. Saati ayarlamasına gerek yoktu. Ha 10, Ha 2… Kırmızı düğmeye bastı çünkü düğmenin bu düğmenin olacağını düşündü. Bir anda eli ayağı dolaştı. Çünkü sürmesi gerektiğini düşündü. Fakat bir anda mekan değişti. Burası bir bodrumdu. Allah’tan şantiyede ortaya çıkmamıştı. Çünkü o yıllarda orada inşaat yönetimi vardı. Hemen zaman makinasının üzerini boş çuvallarla kapadı. Sonra dışarı çıktı.
Yanılmamıştı. İnşaat devam ediyordu. İnşaatçılardan biri “Aaa, sen ne zaman girip ne zaman çıktın?” diye sordu. Kemal çıktığı apartmanın daha yeni bittiğini farketti. “Eee, şey. Biz bu kooperatifteydik, eve bakmaya gelmiştim de” diye cevapladı. İnşaatçı şaşkın gözlerle Kemal’e baktı. Sonra “Fesupanallah” diyerek işine devam etti. Kemal “Oh!” diyerek aynı yokuştan çıktı. Tabii 80’lerdeki halinde… Pek ot yoktu. Daha çamurluydu.
Semtlerine geldi. Küçüklük halini çıplak gözle çok merak ediyordu. Hemen apartmanlarına gitti. Çocuklar oyun oynuyorlardı. Bunlar onun çocukluk arkadaşlarıydı. O arkadaşlarından kimi başka yere taşınmıştı, kimiyse hala aynı apartmandaydı. Onların küçüklüklerini görmek çok acayibine gitmişti. Hepsi miniminnacıktı. Bir süre sonra merdivenlerden koşma sesleri gelmeye başladı. “Ben geliyoruuuuuuum!” Evet, bu onun küçüklüğüydü. Kemal’in küçüklüğü merdivenlerden düşmeye başladı. Arkadaşları açık olan apartman kapısından “Eyvah! Kemal düştü!” diyerek girdiler. Bu olayı hatırlıyordu. Yaralanıp kolu kırılmıştı. Acısını hatırlayarak hemen apartmana girdi. Küçük Kemal ağlıyordu. Büyük Kemal hemen “Bir dakika!” deyip kendisini kucağına aldı. “Hemen hastaneye götürmeliyiz. Kolum kırıldı.” dedi. Küçük Kemal bunu duymadı fakat arkadaşları “Kolum kırıldı” lafına bir anlam veremediler. Hemen en yakın hastaneye gittiler. Arkadaşları Büyük Kemal’in kötü biri olabileceğinden şüphelenerek onları takip ettiler. Hastanede Küçük Kemal’in kolunu alçıya aldılar. Kemal tam parayı ödeyecekken aklına enflasyon geldi. Herhalde cüzdanındaki 5 milyonlukları, hatta 250 binlikleri bile çıkaramazdı. Bu sırada çocuklardan biri hastanedeki telefonla annesine hastanede olduklarını söylüyordu. Bu çocuk diğerlerinden 3-4 yaş büyüktü. Anneleri onları almaya gelirdi herhalde. Bir bahane bularak Büyük Kemal hastaneden ayrıldı. Aslında Küçük Kemal’e “Şu tarihte bunu yapma. Şöyle davranma.” gibisinden nasihatlerde bulunmak isterdi ama bu ona ne yarar sağlayacaktı ki? Hatalarla yaşamasını öğrenmeliydi Küçük Kemal… Üstelik hayatı tamamen değişebilirdi ve döndüğünde herşeyi yadırgayabilirdi.
İnşaat yerine döndü. Yeni bitmiş binaya giderken inşaatçılara “Belki gelecekte görüşürüz.” diyerek el salladı. Zaman makinasının üzerindeki çuvalları çıkardı. “Keşke ölen yakınlarımı bulup onlara sarılsaydım…” diye iç geçirdi. Fakat öyle birşey yapsa içi parçalanırdı büyük bir ihtimalle. Zaman makinasındaki tarihi değiştirdi. “Türkiye” diye yazan bir bölüm farketti. Orayı “Amerika” diye değiştirdi. Tarih bölümünü “1600” diye değiştirdi. Çünkü Kızılderili’leri çok merak ediyordu. Kırmızı düğmeye bastı: “07.01.1600”… “Amerika”…
Bir anda etraf karardı. Zaman makinasının içindeki ışık otomatikman açıldı. Bir mağarada olduğunu farketti. Allah’tan kimse yoktu. Hakikaten de ne zaman zaman değiştirse hiçkimsenin girmediği bir yere geliyordu. Demek ki zaman makinasına nerelere insanların girmediği kaydedilmişti. Dışarı çıktı. Derken omzuna birisi dokundu. Kemal ağır ağır arkasına döndü ve korkudan ne yapacağını şaşırdı. Çünkü tüy başlıklı, yüzü boyalı, uzun saçlı bir Kızılderili’ydi bu… “Aaa!” diye bağırdı Kemal.
Kızılderili de Kemal’in anlayamayacağı bir dille konuştu tabii ki… Mimiklerine ve ses tonuna bakılırsa “Korkma” diyordu. Kızılderili onu çadırına götürdü. Ailesine gösterdi. Ailesi şaşkın gözlerle Kemal’i inceledi. Sonra Kızılderili başkalarına seslendi. Bazı kelimeleri Türkçe’yi andırıyordu. Tabii ya, Kemal gazetede okumuştu Türklerle Kızılderili’lerin akraba olduğunu… Kemal bunları düşünürken çadır önünde birçok Kızılderili toplanmıştı bile… Kemal’i dışarı çıkardılar. Herkes Kemal’i inceliyordu hayretler içerisinde… Kendisini Amerika’yı keşfeden Colomb gibi hissetti. Birden üç Kızılderili onu kolundan tuttular. Karşıda tahtadan yapılmış, üstü kafa, acayip heykeller vardı. Oraya götürdüler. Kemal kaçmaya çalıştı fakat eninde sonunda Kemal’i bağlayacaklardı. Bağladılar da… Kemal yaklaşık on saat orada kaldı. Bir süre sonra Kızılderili’lerin kurbanı olabileceği aklına gelince ağlamaya başladı. Bir Kızılderili kadın onun bu halini gördü. Ana yüreği buna fazla dayanamadı. Her ne kadar Kemal’in teninin rengi açık olsa da Kemal’i çözdü. Kadın anlamasa da Kemal “Teşekkür ederim” diyerek oradan uzaklaştı.
Mağaraya döndü. Makinanın üzerini kapatmamasına rağmen kimse onu görmemişti Allah’tan… Tarihi 09.10.1232 (M.Ö.) olarak, ülkeyi de “Mısır” olarak değiştirdi. Olay yerine geldiğinde kendini terk edilmiş bir piramidin içinde buldu. Ne olur ne olmaz diye zaman makinasının üzerini kapadı. Dışarı çıktığında yerlilerin telaş içinde olduklarını gördü. Büyük bir gürültü ve koşuşturma içersindeydiler. Bir süre sonra Firavun ve adamları geldi. Tarihi eserlerden ve filmlerden Kemal firavunların nasıl olduğunu çok iyi biliyordu. Bir anda cebinde fotoğraf makinası olduğunu hatırladı. Bunu nasıl düşünememişti? Küçüklük halini ve Kızılderilileri de çekebilirdi. Fakat bunun için çok geç değildi. Nasıl olsa zaman makinası vardı fakat Kızılderili’lere tekrar gitmek istemiyordu ve küçüklük fotoğrafları vardı zaten… Birkaç poz yerlileri, Firavun’u ve Firavun’un adamlarını çekti. Biraz bekleyip olanları izledi. Gördükleri karşısında şoke oldu. Beş tane adamı Firavun’un karşısına aldılar ve onların ellerini, ayaklarını çarprazlama kestiler. Kemal kustu. Bu arada Kemal’i bir adam yakaladı. Kıyafetine bakılırsa bu Firavun’un adamıydı. Kemal çırpındı, çırpındı. Çırpındıkça adam onu daha sıkı tutuyordu. Kemal adamın kolunu ısırdı. Adam bağırarak Kemal’i bıraktı. Kemal korkudan öyle bir ısırmıştı ki adamın kolu kanamaya başladı. Sonra bağırışlardan yerliler ve Firavun’un diğer adamları Kemal’e doğru koşmaya başladılar. Firavun dehşetli dehşetli Kemal’e bakıyordu. 1999’dan geldiğini anlamış gibiydi. Doğru ya, onlar uzaylıydı. Kemal zaman makinasına doğru koştu ve tarihi öylesine değiştirdi. “22.03.1792 – Osmanlı İmparatorluğu”…
Geldiğinde Yerebatan Sarayı’ndaydı. Etraf su doluydu fakat Kemal heykel gibi birşeyin üstündeydi. Ordan inip dışarı çıktı. Etrafta hep erkek vardı. Kadın olsa da dört-beş taneydi ve bir erkeğin arkasında yürüyorlardı. Yalnız gezenler de karşılarına biri çıkınca yere oturup peçelerini kapıyorlardı. Kemal’i hemen farkettiler. Herkes gibi hayretler içersinde Kemal’i incelediler. Biri “Where are you from?” diye sordu onu yabancı sanarak… “I am from Jamaika” dedi Kemal… Nasıl olsa bilmiyorlardı orayı. Hemen fotoğraf makinasını çıkartıp onları çekti. Herkes korktu, özellikle de kadınlar… Kemal manzaraları da çekti. İnsanlar halen daha onu seyrediyorlardı. “Ne bakıyorsunuz?” dedi Kemal… Hepsi gözünü çevrdi. Hazır buraya gelmişken saraya da gitti. Daha doğrusu sarayın yakınlarında bir yerlerde onları gözetledi. Tesadüf bu ya, Padişah ve adamları geziyorlardı. Kemal “Herhalde bu Yavuz Sultan Selim” dedi kendi kendine… Tarihi pek iyi olmadığından buna fazla kafayı yormadı. Fotoğraf makinasıyla bir-iki poz çekti. “Çıt çıt” seslerini duyunca adamlar duraksadılar. Şaşkınlıkla bu sesin nereden geldiğini anlamaya çalışırlarken Kemal oradan uzaklaşıp Yerebatan Sarayı’na geri döndü.
Atatürk’ü çıplak gözle çok merak ettiğinden “19 Mayıs 1919 – Samsun” diye yazdı. Hep ülke olarak yazıyordu fakat bunu da denemekte fayda vardı. Geldiğinde eski bir geminin içindeydi. Hemen gemiden dışarı çıktı. Bir vapur sesi duydu. Üzerinde “Bandırma” diye yazıyordu. İnanamadı, içini bir heyecan kapladı. Kalbi küt küt atıyordu. Vapur çok yakındı ve karaya vardı. Vapurun fotoğrafını çekti. Gemiden 19 kişi indi. Sonunda Mustafa Kemal Atatürk’i de gördü. Fotoğrafını çekti ve ona koştu. Ona sarılıp yanaklarından öptü. Atatürk şaşırmıştı. Kemal fotoğraf makinasını uzağa tutarak kendini Atatürk’le birlikte çekti ve açıklanamayan bir duyguyla zaman makinasına döndü. Tarih: 15 Kasım 1865 Yer: İngiltere…
Oraya vardığında zaman kaybetmemeyi düşündü. Bir ormandaydı. Zaman makinasının üzerini otlarla kapayarak yakındaki köye gitmeye hazırlandı. Ne olur ne olmaz diye bir sopayla toprağı göçüterek iz bıraktı. Orda gizli gizli fotoğraf çekti. Kasabaya vardığında orda oynayan küçük bir kız korkudan bağırdı. Adamlar tabancalarını Kemal’e doğrulttular. Kemal ellerini kaldırdı. “Who are you?” diye sordular. Kemal “My name is Kemal” dedi. “Why did you come here? What are you looking for?” diye sorduklarında “I was just walking.” dedi. “Please don’t kill me! I’m not a bad person!” diye ekledi. Onu serbest bıraktılar. Daha kraliyet ailesine gidecekti, geleceğe gidecekti ve diğer tarihi olaylara tanıklık edecekti fakat habire onu yakaladıklarından dolayı “18.06.1999 Türkiye” diye yazdı ve şantiyeye geri döndü. Döndüğünde diğer kendisi daha yeni makinaya biniyordu. Sonra fotoğrafçıya gidip fotoğrafları yaptırdı. Fotoğrafçı fotoğraflara inanamamıştı…

YAZILDIĞI TARİH: 18.06.1999 – 21.06.1999
© Turgay Suat Tarcan


Article Categories:
Şiir ve Öyküler
Likes:
0

Leave a Comment